İtalya’da doğan Rönesans, genel karakteriyle insanın özünün ve evrendeki yerinin araştırıldığı ortaçağın metafizik dünya görüşünden kurtularak bireyci dünya görüşüne doğru adımların atıldığı, Marco Polo ve Cristof Colomb’un keşifleriyle İnsanların kendilerini bulduğu gibi dünyayı da keşfetmeye başladığı, bilimin ilerlediği denemelere doğru yöneldiği, Botanik ve Zooloji’ de atılımların başladığı, insanların çevresini araştırdığı, evrenin hiçbir sırrını çözmeden bırakmak istemediği ve insan aklının her şeyi çözebileceğine inanılan bir dönem olarak tanımlanabilir.
Bu dönem giderek güçlenen bankerler ve tüccarlar sınıfının sanata ilgisi ve talebi sonucu, portre sanatı gelişmeye başlamıştır.
Rönesans resminin önemli merkezlerinden Floransa da 1420’li yıllarda gerçekleştirilen portre örnekleri erken Rönesans döneminde portre sanatının karakteristik özelliklerini yansıtmaktadır. Bu portrelerde kişiyi gerçeğe uygun bir biçimde yansıtma söz konusudur.
Masaccio’nun genç bir aristokratı betimlediği yapıtında olduğu gibi figür genellikle profilden betimlenir. Psikolojik durumun veya ruh halinin yansıtılmadığı bu örneklerde Gotik resme Bizans resminden giren altın yaldızlı fonun kalktığını ve yerine koyu renkli fonların kullanılmaya başladığını görürüz.
Antonio Pisanollo, erken Rönesans döneminde portre sanatına ilişkin örnekler veren ressamlardandır. 1433 yılından sonra bir süre Ferrara şehrinde çalışmış ve şehrin yöneticilerinden Este ailesine mensup, Ginevra d’Este’nin portresini yapmıştır. Bu kişinin Este ailesine mensup olduğu, giysisindeki kulplu vazo motifinden anlaşılmaktadır. Resimde erken Rönesans portre sanatının karakteristik özellikleri olan profilden resmetme geleneğinin devam ettiği görülmektedir. Fonda yer alan çiçekler ve kelebekler bir yeniliktir. Aşkı, saygı dolu evliliği ve kadının doğurganlığını sembolize eden bu çiçekler ve kelebekler, Giniar ve Este’nin Sigismondo Malatesta ile yaptığı evliliği sembolize etmek için resme dahil etmiştir. Öte yandan fondaki çiçeklerden küpe çiçeğinin kader ve ölümü sembolize etmesi nedeniyle bu portrenin Gincurenin trajik biçimde öldürülmesiyle bağlantılı olarak yapıldığı belirtilmektedir.
Masaccio ve Pisenello’nun yanı sıra erken Rönesans döneminde portre sanatına ilişkin örnekler veren ressamlar arasında Jan Van Eyck’ da yer almaktadır.
Jan Van Eyck erken Rönesans resminin kuzeydeki önemli temsilcilerindendir. 1422-1424 yılları arasında Hollanda’da Kont tarafından görevlendirilmiş. 1425 yılında ise Burgonya Dükü Philip onu saray ressamı olarak mahiyetine kabul etmiştir. Sanat hayatına 1432 yılında gerçekleştirdiği “kırmızı türbanlı adam” kuzeyde portre sanatına ilişkin erken tarihli örneklerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu portrede Floransa ve Ferrara’daki örneklerinden farklı olarak figür profilden değilde, 3/4 oranında cepheden verilmiştir. Koyu renkli fon üzerinde resmedilen figürün kırmızı türbanı dikkat çekici ve ayrıntılı titiz bir çalışmanın ürünüdür. Bu ayrıntılı ve titiz çalışma tarzı, kuzeydeki resim sanatının karakteristik özelliklerindendir. Kırmızı türbanlı adamın sakin mizaçlı görünümü, İtalya’daki örneklerinin aksine, kuzey resminde karakteristik niteliklerinde bir ölçüde yansıtıldığını göstermektedir.
Eyck’in gerçekleştirdiği en önemli yapıtlardan biri “ Arnolfini’nin Evlenmesi” resmidir. 1434 yılına tarihlenen bu resim Eyck’in en ünlü portrelerinden biridir. Arnofini’nin ve sözlüsü Cenami’nin betimlendiği bu portre yeni ve devrimci bir yapıttır. Resim, çiftin birbirlerine evlilik sözü verdikleri anı yansıtmaktadır. Genç kadın sağ elini Arnolfini’nin sol eli üzerine koymuştur. Arnolfini ise bu birleşmeyi perçinlemek için sağ elini eşinin elinin üzerine koymak üzeredir.
Duvarda asılı duran ve resmin odak noktasını oluşturan aynadaki yansımaya göre, Arnolfini ve sözlüsünün dışında odada iki kişinin daha olduğunu göstermektedir. Bu kişiler, duvardaki “ Eyck’da buradaydı 1434” ifadesinden de anlaşılacağı gibi ressamın kendisi ve evliliğin diğer şahidi olan kişidir. Eyck, aynada mavi giysileri ile yansımaktadır. Dışbükey ayna ayrıca bahçeyi yansıtması dolayısıyla resmin dışarıya açılan penceresi durumundadır.
Bu portre gerçek evliliğin ve derin manasını gözler önüne seren birçok sembolik anlamıda içinde barındırmaktadır. Buna göre resmin solunda sehpa üzerinde duran portakallar masumiyeti sembolize etmiştir. Aslında bu meyvelerin portakal mı, yoksa elma mı olduğu tartışma konusudur. Meyvelerin elma olması halinde, Adem ile Havva’nın Cennetten kovulmasına neden olan yasak meyveyi yemeden önceki masumiyeti simgeledikleri düşünülebilir. Avizede tek başına yanan mum tanrının bu evliliği gözetlediğinin bir göstergesi olarak yorumlanır. Çiftin önünde duran köpek sadakat ve aşkı, takunya ve terlikler birer evlilik hediyesi olmakla birlikte, kutsal bir yere girerken ayakkabıları çıkarma geleneğini, kırmızı örtüyle serili yatak ise eşler arasındaki sevgiyi ve aşkı simgeler.
Eyck’in diğer yapıtlarında olduğu gibi, Arnolfini ve eşinin betimlendiği bu yapıtında tüm resmi görünen dünyanın bir aynası oluncaya dek sabırla ve ayrıntı üzerine ayrıntı ekleyerek doğanın yansımasını da oluşturacak şekilde ele alındığı görülmektedir.
Erken Rönesans dönemi İtalyan resmi ile kuzey resmi arasındaki fark, Jan Van Eyck’da gördüğümüz bu niteliklerden doğmaktadır.
Rönesans’ın doğduğu Floransa’da ressamlar perspektif ve çizgilerin kullanılması ile işe başlarlar. İnsan vücudunu, anatomi, perspektif ve kısaltım yasaları üzerindeki bilgileriyle kurarlar. İddiasıyla bir yapıt güçlü dış hatlar, kusursuz perspektif ve mükemmel bir insan vücudu betimlemesine sahipse bu yapıtın İtalyan bir sanatçı tarafından yapıldığı söylenebilir.
Buna karşın eğer bir yapıt nesnelerin, çiçeklerin, mücevherlerin ya da kumaşların betimlenmesinde mükemmelliğe ulaşmışsa bunun kuzeyli büyük bir olasılıkla da Flaman sanatçı tarafından yapıldığı söylenebilir. Bu farklar İtalyan resmi ile Flaman resmini birbirinden ayıran en temel özelliktir.
Fransa da gerçekleştirilen portrelerde hem İtalyan hem de Flaman resminin etkileri vardır. Bu etkiler en belirgin biçimde erken dönem Fransız resminin önde gelen isimlerinden Jan Fouquet’in yapıtlarında karşımıza çıkar. Bu ressam 1443-47 yılları arasında Roma da bulunmuş, Papa IV. Eugenisu’un portresini yapmış fakat bu portre günümüze ulaşmamıştır.
Sanatçı, Roma’dan Fransa’ya döndükten birkaç yıl sonra bir bağış severi, Fransa kralı VII. Charles’ın haznedarı Etienne Chevalier’i, Aziz Stephanus’la birlikte resmetmiştir. Bir diptikonun sol kanadında yer alan bu ikiliden sol taraftaki figür haznedarın figürüdür. Diz çökmüş ve dua ederken betimlenen haznedarın bir aziz olan ve kilisenin ilk diaposu Aziz Stephanus olmaktadır. Bu şekilde diz çökerek dua eden bağış severler ve onların koruyucu azizlerinin resmedildiği yapıtlara örnek olarak Wilton İkilisi, Jan Van Eyck, Hugo Van der Goes’’in portinari altarı resmi verilebilir.
Unvanına uygun giysilerle resmedilen Aziz Stephanus’un elinde bir kitap ve onun üzerinde ise sivri bir taş bulunmaktadır. Taş burada sembolik olarak kullanılmıştır. Taş burada sembolik olarak kullanılmıştır. Kutsal kitaba göre Aziz Stephanus’un taşlanarak öldürülmüştür. Her iki figürde adeta gerçek bir mekânda duruyor izlenimi vermekle beraber hacimsellikleri, sakin ve heykelsi duruşları, sanatçının İtalyan resminden etkilendiğini göstermektedir. Kürk, taş, kumaş ve mermer gibi nesnelerin dokularına ve yüzlerine gösterdiği özen ise sanatçının, Jan Van Eyck’in kuzey geleneğine bağlılığını göstermektedir.
Aynı diptikonun sağ kanadında resmedilen Meryem ve çocuk İsa figürü ise alışılanlardan çok farklıdır. Cepheden resmedilen Meryem’in, daha önce resmedilen Meryemlerle hiçbir benzerliği yoktur. Saçının ön kısmı dönemin modasına uygun olarak tıraşlanmış ve bir göğsü açıktır. Aslında bu gördüğümüz Meryem değil, VII. Charles’in metresi ve aynı zamanda diptikonun sol kanadında resmedilen Şövalye Etienne’in sevdiği kadın Aenas Sorel’dir. Sorel’in portresi anıtsal görünüşü, güçlü hatları ve geometrik kurgusuyla, İtalyan resimlerinin etkilerini yansıtır.
İtalya’da Masaccio ve Pisanello ile erken örneklerini gördüğümüz portre sanatı, orta ve kuzey İtalya’da gelişimini sürdürmüş Piero della Francesca bu türe ilişkin yapıt veren ressamlar arasında yer almıştır. Sanatçının Urbino’da bulunduğu dönemde yaptığı Urbino Dük’ü Federico da Monte Feldro ile eşinin portresidir. Bu portreler, XV. yy sonlarına doğru İtalya’da gerçekleştirilen portrelerden en çarpıcı olanlarıdır.
Sanatçının Federico için çalıştığı döneme yani 1405-72 dönemine tarihlenen ikili portrede Federico ve Eşi Battista Sforza, erken örneklerini Masaccio ve Pisanello da gördüğümüz gibi profilden resmedilmiştir. Federico bir turnuva esnasında hem sağ gözünü hem de burnunun bir bölümünü kaybetmiştir. Ancak sanatçı, dükü sol taraftan resmederek yüzünün yaralı olan kısmını resme yansıtmamış gizlemiştir.
Francesca’nın bu tavrı Urbino da Alberti ile karşılaşması ile bağlantılıdır. Mimar, ressam ve filozof olan Alberti, bir dönem Urbino da bulunmuş ve Francesca ile birlikte perspektif, matematik ve resim üzerine çalışmışlardır.
Alberti, erken Rönesans’ın en etkileyici ve en öğretici eserleri arasında yar alan ve 1435 yılına tarihlenen De Picture (Resim Üzerine) adlı eserinde, kişinin gerçeğe uygun betimlenmesi gerektiğini ancak güzelliğinin de önemli olduğunu belirtmektedir. Alberti’ye göre, resimde güzellik gerekli olduğu kadar mutlu edici bir unsurdur. Dolayısıyla mükemmel vücut tasviri en mükemmel kısımların seçilip resme dahil edilmesiyle elde edilmelidir. Alberti’nin bu görüşü Francesca’yı etkilemiş ve dükü en iyi pozda resmetmiştir
Gerek Federico gerekse eşi Battista’nın portrelerinin arka planında Urbino ve çevresini yansıtan gerçek ve düş karışımı birer manzara görünümü yer almaktadır. İtalyan portre sanatında ilk kez karşılaşılan bu durum, Federico’nun sahip olduğu toprakları gösterme isteğinden kaynaklanır. Uzaklara doğru giderek silikleşen bu manzara, ayrıca resme derinlik etkisi kazandırması dolayısıyla da bir yeniliği işaret eder. Federico’nun, Flaman resmine ilgi duyması ve sarayına Flaman resmi ile ilgili birçok yapıt toplaması sayesinde Francesca, Flaman resmine ait örnekleri görerek inceleme fırsatı bulmuş ve bu üsluptan etkilenmiştir. Bu etkiyi hem söz konusu manzara görünümlerinde hem de özellikle düşesin kıyafet ile takılarındaki ayrıntılı ve titiz çalışmalarını da görmek mümkündür.
Dük ve düşese ait portrelerin arka yüzlerinde de tasvirler vardır. Dük bu bölümde Roma zafer kutlamaları için kullanılan at arabasında zırhları ile birlikte resmedilmiştir. İki beyaz at tarafından çekilen arabada bir kardinal; ayrıca meziyeti, iyimserliği, ılımlılık ve ölçülülüğü, dayanıklılık ve metaneti, sabır ve adaleti sembolize eden alegorik figürlerde yer almaktadır. Başucundaki meleğin taçlandırdığı dük, alegorik figürler vasıtasıyla işaret edilen meziyetlerle özdeşleştirilir. Yine arka planda gerçek ve düş arası manzaraya yer verilmiştir.
Düşes Sforza ise saflığı temsil eden boynuzlu iki atın çektiği bir arabada betimlenmiştir. Bu arabada Roma’nın zafer kutlamalarındaki arabalardandır. Kader ile yardım severliği sembolize eden Alegorik bir figür tarafından kullanılmaktadır. Arkada oturan Battista’nın sağında ve solunda ümit ve dürüstlüğü temsil eden alegorik figürler yer almaktadır. Arabanın önünde oturan ve ölümü temsil eden siyah giysili figür, Battista’nın doğacak çocuğu için genç yaşta hayatını feda ettiğine gönderme yapmak için resme dahil edilmiştir. Manzara yine gerçek ve düş arasındadır.
İtalyan portre sanatında XV. yy sonlarına doğru önceki portrelerden farklı nitelikler taşıyan örneklerle karşılaşmaya başlarız. Bu farklılığı yansıtan en güzel yapıtlardan biri Dominico Ghirlandaio’ya aittir.
Dominico Ghirlandaio, yaşlı bir adamla torunu arasındaki duygu alışverişini yansıttığı resminde yaşlı adam önceki örneklerde olduğu gibi profilden değil de 4/3 oranında cepheden olabildiğince gerçekçi bir üslupta verilmiştir. Yaşlı adamın burnundaki hastalık açıkça verilmiştir. Çocuk ise Rönesans idealizmine uygun güzel yüzlüdür. Resimde hem gerçekçi anlatım hem de İdealizasyon vardır.
Rönesans resminin özelliklerinden geometrik kurguya bağlı olarak gerçekleştirilen resim bir pencere ile dışa açılmakta ve uzaklara doğru kıvrılan patikayla derinlik kazanmaktadır.
XV. yüzyılı bu gelişmelerle kapatan portre sanatı XVI. yüzyılla birlikte gelişimini devam ettirerek farklı örnekler ve yeni buluşlarla karşımıza çıkar. Yüksek Rönesans döneminde, Leonardo, Raffaello ve Tiziano en önemli örnekleri verirken Albert Dürer, Jan Gossaer ve genç Hans Holbain gibi kuzeyli sanatçılarda Portre sanatı adına dikkat çeken yapıtlar ortaya koymuşlardır.
Rönesans
Eylül 11, 2023 at 10:33amBilgiler için teşekkürler