1800’lü yılların başından itibaren gözlerini tüm açlığı ile doğu dünyasına diken Avrupa; başta Osmanlı toprakları olmak üzere tüm Avrasya coğrafyasına gönderdiği elçilerinin yanına kendi alanlarında tanınmış edebiyatçı, tarihçi, ressam, arkeolog ve seyyahlarını da katarak yeni bir dönem başlatır.
Amaçları; bu zengin toprakları öncelikle tanımak, ardından yeni bir bilinçle kurgulamakve nihayetinde yönetmektir. Oriantalizm denilen bu yeni durum; görünüşte duygusal bir sanat akımı olarak yansıtılırken; aslında kökeni 1492’de İspanya’nın topraklarındaki Müslüman ve Yahudileri sınır dışı etmeleri ile başlar. Yani doğunun gizemli dünyasına duyulan bir romantizmin çok ötesinde, aslında bir siyasi ideolojidir Oriantalizm…
Avrupalı elçilerin yanında bu topraklara gelen pek çok görevli arkeolog; “talan etme” mantığı ile tüm Ön Asya, Kuzey Afrika, Orta Asya, Anadolu ve Yunanistan’ı köstebek yuvasına çevirir. Pek çok antik kent ortaya çıkarılır çıkarılmasına. Ancak pek çok gözde eser de vatanlarından koparılarak, Avrupa’ya taşınır ve Louvre, British gibi pek çok büyük müzenin çekirdeği bu zaman diliminde oluşur.
Talan 1874 yılına dek sürer… Sonra Osman Hamdi Bey diye birisi çıkar ortaya. Bana göre Osman Hamdi bu coğrafyanın yetiştirdiği en gözde kültür insanları arasında bir mücevher gibi parlar ve parlayacaktır.
Avrupalıların deyimi ile tam bir Rönesans insanıdır kendisi. Müzeci, arkeolog, ressam, öğretmen, idareci… Hayatı boyunca pek çok mesleki şapkasını başarı ve onurla taşır.
Osman Hamdi Bey’in; 1874 tarihli Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni 1883 yılında yeni baştan düzenleyerek, eserlerin yurt dışına çıkarılmasını yasaklayan maddeler koydurması, Türk Arkeoloji Tarihi için bir milat olur. Bu nizamname ile birlikte artık antik kentler, bir kültür ve bilim insanının koruması altındadır.
Arkeoloji tarihimizin ilk bilimsel kazıları O’nunla başlar. İlk olarak 1881 yılında Almanlar tarafından keşfedilen Nemrut Tümülüsü‘nü 1883’te kazmaya başlar. Ardından 1887Sayda (Sidon Antik Kenti) ve 1891-92 yıllarında Lagina Hekate Kutsal Alanı içindekipropylon, tapınak ve stoada kazılar yapar. Ardından 1892 yılına dek bulunmuş ve o güne kadar toplanmış eserler ile kendisinin bulduğu heykel, lahit, kabartma gibi buluntuları İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne götürür.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Osman Hamdi Bey’in arkeolojik çalışmalar alanındaki misyonunu Mustafa Kemal Atatürk bu kez çok farklı bir anlayışla üstlenir.
Avrupa 19.yy’da “batı merkezli bir tarih anlayışı” ile kendi kökenlerini oluşturmak adına köklerini dayandıracağı merkezler aramış ve bu uğurda Yunan Uygarlığı’nı seçmiştir. Her yeni görüş, keşif, bilimsel buluş hangi dönemde olursa olsun hep MÖ 5. 4. ve 3. yy’a yerleştirilir. Bu tavırla tarih yeniden Avrupalılarca yazılır ve 3. dünya ülkelerine dikte ettirilir. Okullarda bu görüş doğrultusunda yazılmış kitaplar ders kitabı olarak okutturulmaya başlanır.
İşte Atatürk bu noktada olanların farkındadır ve sırf bu yüzden Türkiye’de unutulmuş olan “Eski Çağların Tarihi”ne önem verir. Bu manada Anadolu’nun eski kültürlerine önem verip dikkatleri bu yöne çeker ve arkeologları göreve çağırır. Çünkü Atatürk’e göre “mesele taş, toprak, vazo bulmak değil, bulunanı değerlendirebilmek” tir.
Bu nedenle;
-1933 yılında Ankara Ahlatlıbel, İznik Surları kazıları,
-1934-Topkapı Sarayı, Khora Manastırı Kilisesi (Kariye Camii) ve Aya Sofya için restorasyon emri ve müze kararı,
-1935- Alacahöyük kazılarına devam emri ve TTK bütçesinden ödenek tahsisi,
-1936- Prof. Dr. Arif Müfit Mansel ile Trakya Kazıları,
-Almanlar tarafından yapılan Bergama Asklepion kazılarına yakın ilgi ile ziyaret,
-Antalya Aspendos Tiyatrosu restorasyon emri ile ülke sınırları dahilinde pek çok arkeolojik kazının başlatılması, mevcutların devamı için öncülük eder.
Bu yüzden O’nun Türk milletinin geçmişine verdiği önem; bir ırkçılık anlayışı değil, tamamen kültür kökenli bir yaklaşımdır.
İşte bu nedenle Türk Arkeoloji tarihi, Mustafa Kemal Atatürk’e çok şey borçludur…
Yelda YALAMAN
Sanat Tarihi Uzmanı